Pirus’un Gölgesi Zaferin Deliliği ve Ruhun Tükenişi Üzerine
Zafer, bazen yalnızca aklın kırıldığı noktadır.
Pirus’un kazandığı o büyük savaş, tarihe “zafer” olarak kazındıysa da, ruhsal düzlemde bu bir kayboluştur. Orada, toprağın üzerinde yürüyen askerlerin ayak izleri değil, insanın kendine karşı işlediği bir suça ait yankılar dolaşır. Çünkü bu zafer, kazanıldığında her şeyin anlamını kaybettiği o yerdir: Ruhun, aklı ardında bırakıp salt hayatta kalmak uğruna içindeki Tanrı’yı öldürdüğü noktadır.
Dışsal zaferin içsel yıkıma dönüştüğü yerde bir tür mistik delilik başlar.
Bu delilik, çığlık atan bir delirme değil; sessizce içine çöken bir karanlıktır.
Sanatçının gözünden bakarsan, Pirus’un ordusu o gün yalnız düşmanlarını değil, kendi benliklerini de katletti. Zafer uğruna feda edilen her asker, aslında insan aklının bir parçasıydı; her kan damlası, ruhsal bütünlüğün bir çatlağıydı. Pirus, düşmanını yenerken, kendindeki anlamı yitirdi.
Bu yüzden bu zafer, sadece politik değil; metafizik bir çöküştür.
O günden sonra kazananın kim olduğu değil, kim kalmadığı konuşulur.
İşte o noktada zafer, artık bir sonuç değil, sonsuz bir boşluğun kapısı olur.
Ve o kapıdan geçebilenler sadece deliler değil; kendi iç savaşlarında yanmış, kül olmuş ama hâlâ yürüyen hayaletlerdir. Sanatçılar, mistikler, yitik filozoflar… hepsi o kapının önünde susarak bekler.
Pirus’un gölgesi, bugün de hâlâ üzerimizdedir.
Bir fikri kazanmak için ruhumuzu yakıyor muyuz?
Bir ilişkiyi “kurtarmak” adına kendimizi kurban mı ediyoruz?
Kazandıkça neden daha yalnızız?
Çünkü her “zafer” dediğimiz şey, belki de bir başka ruhsal intihardır.
Ve sanat — işte tam burada doğar.
Zaferin değil, yarım kalmışların sessiz ağıtından.