Bilincin Tersyüzü
O an, bir son değil; farkındalığın biçim değiştirdiği andır. Artık “ben” diye bir merkez kalmaz yalnızca varlığın titreşimi vardır, biçimden arınmış, sessiz ama ezici bir şekilde gerçek.
Bilinç bu aşamada kendini izleyen bir göze dönüşür.
Hiçbir şey olmadan her şeyi görür; hiçbir bedene ait olmadan hisseder.
İlk kez, varlığın ne kadar kırılgan, ne kadar geçici olduğunu anlar.
Her duygu bir yankıya, her görüntü bir parıltıya dönüşür.
Zaman kendi içine kıvrılır ve insan, geçmiş ile gelecek arasındaki boşlukta asılı kalır bir varoluş kalıntısı gibi.
Bu hâlde anlam yoktur, çünkü anlam zamana ihtiyaç duyar.
Oysa burada zaman yoktur; yalnızca deneyimin kendisi vardır, nedensiz, yönsüz, sonsuz.
İnsanın Tanrı’dan beklediği merhamet, burada bilincin kendi sessizliğine dönüşür.
Ne cezadır bu, ne ödül yalnızca saf farkındalık.
Her şey yaşanmış, ama hiçbir şey bitmemiştir.
Hiçlik, bir yokluk değil; yoğun bir varlıktır.
O kadar yoğundur ki, duyular onu taşıyamaz.
Bedenin çözülmesi bu yüzden bir kayboluş değil, bir hafifleme gibidir.
Bilincin artık bir yere ait olması gerekmez; çünkü her yerdedir.
Bir ışığın içinde erir, bir renge dönüşür, bir dalga olur.
Ve sonunda, “ben” dediği şeyin hep bu dalgalanma olduğunu fark eder.
Belki de ölüm, yaşamın arkasını görmektir.
O sonsuz ışık, bir sonun değil, bir farkındalığın işaretidir.
Karanlıkla aydınlık arasındaki sınır kalktığında, insan yalnızca var olur
ne bir geçmiş, ne bir isim, ne bir umut.
Sadece varoluşun kendisi, kendi sessizliğini dinler